28 Kasım 2015 Cumartesi

Varis - Büşra Doğa Yıldız | Kitap Yorumu #3

Uzun zamandır bloguma girmiyordum; doğrusu, bir blogum olduğunu dahi unutmuş, tümüyle aklımdan silinip gitmişti. Sanırım bu, en son yorum yaptığım Trendeki Kız kitabının beni ne kadar uğraştırdığını fark etmem ve vaktimi derslerime yönlendirmem dolayısıyla oldu -ki yaz tatilinde kitap yorumu yazmaya devam edebilirdim, ama etmedim.

Her neyse, yeniden döndüğümü belirtmem gerek ve açıkçası, yorum yapmak için çok heyecanlıyım! Bu yüzden, çok geçmeden başlayayım en iyisi!




Kitabın Adı: Varis
Yazar: Büşra Doğa Yıldız
Yayınevi: Parola Yayınları
Sayfa Sayısı: 400
Tanıtım: Geçmişin derinliklerinde karanlık bir yer... Gittikçe büyüyen ve evrene sığmayan bir güç.
Kimsenin bilmediği ve kadim ağların bir sır gibi kaderlerini ve geleceklerini ördüğü büyük bir tehlike...

O bir Prenses... Halkını kendi ihtiyaçlarını ve yaşamından önce tutan sadık bir varis!


Kendi cesaretine yaraşan gücüyle, tek derdi halkı iken, zaman çarkına takılan kader, tüm düzeninin geleceğini değiştirdi. Artık dengeler bozulmuş, hayaller tuzla buz olmuş, geleceği babasının iki dudağının arasından çıkan sözle belirlenmişti.


Şimdi Elena bilmediği bir ülkede, tanımadığı bir adamla geleceğindeki sırları, büyük tehlikeleri ve maceraları çözmeye çalışırken, kendisinin bile bilmediği, soyunun oldukça derinde yatan ve şimdiye dek gizli kalmış güçleri de açığa çıkaracağının farkında değildi.




   Bir zamanlar bende, her fani gibi, Wattpad üyesiydim. Bu hikâyeyi de o sırada keşfetmiş, kitap olduğunu duyduğumda ise almaya karar vermiştim ve internet sitelerinden birinde gördüğüm indirim sayesinde kitabı aylar önce almıştım. Uzun zamandır kütüphanemde okunmayı beklediğinden bu kitaba bir şans tanımaya karar verdim ve birkaç hafta önce okuyup bitirdim. 

   Ana karakter olan Prenses Elena, kendi ülkesi olan Neméth'ten babasının zoruyla ayrılıyor ve Othrellion isimli, başka bir ülkeye geçici olarak taşınıyor. Bundan sonrasında ise olayların çoğu aynı şekilde tekrarlanıyor: Elena, bir şekilde zarar görüyor, yataklara düşüyor, Othrellion prensi olan Prens Liam, Elena'nın zarar görmesiyle Elena ile ilgileniyor falan filan... Ya da, aynı şekilde Prens Liam yaralanıyor, Elena suçluluk duyuyor vesaire vesaire...

    Demek istediğim, kitapta belirli bu kurgu bulamadım. Sürekli aynı olaylar birbirini takip etti; kitap ortalarına doğru biraz aksiyon kazanmıştı ki, tam bir şeyler gerçekleşecek gibi olmuştu ki, bu sefer yine başa sardı. 

    Bu da bence, kitapta belirli bir düşmanın bulunmamasından kaynaklanıyor. Yani Elena'nın tam anlamıyla savaştığı, yenmek için canı pahasına mücadele ettiği birilerinin varlığı, yalnızca elli-altmış sayfa kadar sürüyor (bunda da yine yataklara düşüp, Prens Liam'ın gönlünü kazanıyor). İçimden Othrellion kralı olan Kral Leonard'ın baş düşman olmasını kaç kere geçirdiğimi sizlere sayamam. Üstelik Elena onun düşman olduğu konusunda alarm vermeye başlarken, Prens Liam bunu haksız çıkarınca acayip kırıldım. Ama kitabın sonuna doğru bir kez daha baş düşmanın Leonard olabileceği içime doğdu, lakin bu, son sayfaların çok daha başka bir merkeze çekilmesiyle suya düştü.

    Ayrıca, Elena ve grubu av festivaline gittiklerinde çok eskiden tanıdıkları kılıç öğretmenleri yeniden ortaya çıktı, fakat ilerleyen sayfalarda bu adam hakkında -ismi Richard'dı sanırım- çok olay gerçekleşmedi. Yalnızca Elena'yı geçmişte ne kadar etkilediğini görmüş olduk. Bunun yerine, Elena'nın annesi hakkında daha fazla bilgi olsaydı, çok daha güzel olurdu. Sonuçta Elena'nın annesi Elena küçükken ölmüş ve bunun benliğinde ne kadar büyük bir boşluk oluşturduğunu daha çok okumak isterdim. Ne yazık ki, kitap içerisinde çok az geçiyor. 

     Yazarın yazım tarzını anlatmak gerekirse, en çok dikkatimi çeken nokta, yazarın bir kelimeyi çok sık kullanması oldu. Bu sözcüklerin eş anlamlılarını kullanmak yerine böyle bir yol tercih etmesi, bence kitabın akıcılığını bozmuş. Bir süre sonra o kadar çok "Tanrı aşkına!", "Tanrım!", "Lanet olsun!", "Ahhh...", "Pekâlâ..." ile karşılaştım ki, pek çoğunun altını çizdim. Yani bu, her üç sayfada bir kitabı çizdiğim anlamına geliyor. Ayrıca, bunların çoğu da karakterlerin "iç sesi". Bana iç ses meselesi klişe geliyor, sizce de öyle değil mi? Her kitapta görünce... 

Hayır hepsi senin şu lanet olasıca egon ve gururun yüzünden.
İç sesim dobra bir şekilde araya girdiğinde o an ona güçlü bir tokat atma isteği duydum. Ve bunu başarabiliyor olsam eminim ki yapardım. 
Kapa çeneni, dedim sert bir sesle. Olması gereken bu... Benden daha iyi mi bileceksin? (sayfa 56'dan bir örnek.)

   Normalde böyle şeylere çok takılmam, ama cümlelerin sonu genelde aynı yüklem ile bitince onları da yuvarlak içine aldım. Bu sayfaları buraya yazamayacağım, çünkü cümleler baya uzun. 

   Ayrıyeten, karakter geçişleri hoşuma gitmedi. Prenses Elena'dan, Prens Liam'ın ağzına geçerken kitapta "-Prens Liam-" veya "-Prenses Elena-" diye bir ayrım yapılmış. Bu da bana, belki de kitabın ilahi bakış açısından yazılmasının daha iyi olabileceğini düşündürdü. Hem eğer ilahi bakış açısından yazılmış olsaydı, olaylar arasında daha esnek geçişler olabilir, kalede dönen sinsi konuşmalara kapı arkasından misafir olmak yerine bizzat yaşayabilirdik. 

    Her şeye rağmen, kitabı kaçıncı ağızdan yazıldığı bir tercih meselesi. 

    Bir de, kitapta "oksijen", "psikoloji", "ivme" gibi kavramlar vardı. Bu bana tuhaf geldi. Neden mi? Çünkü kitap, anlaşıldığı üzere fantastik bir diyarda geçiyor ve bilim öyle çok gelişmemiş. Bu durumda, nasıl "oksijen", "psikoloji", "ivme" gibi kavramlar olabiliyor? Belki "ivme" terimi bunların arasından çıkartılabilir, ama "oksijen"?? Bu durumda kitaptaki diyarın daha çok gelişmesi beklenemez miydi? 

   Bilemiyorum... 

   Azıcık da karakterlerin ruh hallerinden bahsetmek istiyorum. Elena, kesinlikle kendini birçok insandan üstün gördüğü gibi, fazla otoriter, aklına estiğini korkusuzca yapabilen ve lider ruhlu bir karakter. Bu, bazen aşırıya kaçıp sinir bozucu bir duruma dönüştüğü de oldu. Sayfa 259'dan örnek vermek istiyorum: 
    
    "Bir kere de kız gibi, arkada beklesen olmaz mı?" 
     Tuhaf bir kahkaha attım. Bir kız gibi davranmak? Ben böyle bir durumda geride bekleyemezdim ki. 

    Bu küçük diyalog üzerinde o kadar çok düşündüm ki, bir süre sonra bunun gerçekten de kadınlara karşı küçümseyici bir yaklaşım olduğuna kanaat getirdim. Buna rağmen, sayfa 316'da kadın haklarını savundu ana karakter. Nasıl bir çelişkiyse artık... 

   Bunlar dışında, kitapta Elena'nın yirmi bir yaşında olduğunu öğrenmemle büyük bir şaşkınlığa düştüm. Genelde fantastik kurgularda karakter 16'sına gelmeden evlendirilir, üçer beşer çocuk sahibi olurdu. Zaten kitap boyunca Elena'nın neden Othrellion'a gönderildiğini bir türlü öğrenemiyoruz. Bence bunun cevabı, Elena'nın Prens Liam ile evlendirilmek istenmesi. Hoş, bence karakterlerin ikisi de birbirini seviyor, yalnız bunu açıklamak oldukça zor. Çünkü Prens Liam, bir türlü sabit bir karakter olamadı. Başka kadınlara gitti, Elena'ya laf soktu, Elena'yı mükemmel gördü, Elena'yı elde etmek istedi... 

    Kitabın olumlu tarafından bahsetmeden geçemeyeceğim. Bence Neméth hakkında verilen her bilgi oldukça güzeldi; bu, hikayedeki diyarın ne kadar detaylı kurgulandığını gösteriyor. Özellikler, halk, insan yapısı, hatta şövalye sistemine kadar... Çok beğendim. Böyle ek bilgiler, bazıları için sıkıcı gelse de, ben okurken baya zevk aldım. Sırf bunun için ikinci kitabı bile alabilirim. 

    Yazım tarzını baya eleştirsem de, bence aksiyon sahneleri, karakterin düşüncelerinden daha güzeldi. Bir kere, oldukça heyecan doluydu; okurken insan sayfaların nasıl geçtiğini bir türlü anlayamıyor ve okumaya devam ettikçe ediyorsunuz. Yine de, kitabın belirli bir olay çevresinde dönmesi, sürekli yeni olayların eklenerek birbirinden kopuk aksiyonların yaşanmasından çok daha iyi olurdu. 

   Son olarak, kitaba verdiğim puan: 


3
    
    

    










3 Nisan 2015 Cuma

Trendeki Kız - Paula Hawkins | Kitap Yorumu #2


Kitabın Adı: Trendeki Kız
Yazarın Adı: Paula Hawkins
Yayınevi: İthaki Yayınları
Sayfa Sayısı: 360
Tanıtım: Rachel her gün aynı trene binip aynı çifti izliyordu. Çiftin başına gelenleri bütün ülke duyduktan sonra, hayatlarına dâhil olmaya karar verdi.




Bu kitabı neden alıp okuduğumu şu ana kadar birçok kişi tahmin etmiştir: Kapağı yüzünden. Gerçekten o kadar ilgi çekici bir kapağı var ki insanda hemen alma isteği uyandırıyor ve resmini gördükten kısa süre sonra içinizde oluşan o dürtükleyici "Bu kitabı almak zorundasın!" hissine hakim olmakta başarılı olamıyordunuz. Sonuçta alıp okuyor ve düşünceleriniz de haklı veya haksız çıktığınızı anlıyordunuz ama ben, şu anlık buna karar verebilmiş değilim. 

İlk başlarda kitap güzel gidiyordu, nedendir bilmem ama ben bu tür depresyonik düşüncülerin olduğu kitapları mizah veya başka tür kitaplardan daha çok sevmiş, insana daha fazla şey kattığını düşünmüşümdür ki bazı güzel yerlerin altını çizdim, bazı yerleri ise yırtıp koparmak istedim. 

Mesela o güzel yerden birkaçından alıntılar: "Hayat bir paragraf değildir ve ölüm de bir parantez." (sayfa: 22) 

"Bildiğim tek şey, bir an her şey yolunda gidiyor, hayat güzelleşiyor ve hiçbir şeye ihtiyaç duymuyor, sonra bir anda uzaklaşmak için can atıyor, allak bullak, darmaduman oluyordum." (Sayfa: 39) 

"Terapi seanslarından anladığım buydu: Hayatınızdaki boşluklar kalıcıydı. Tıpkı beton kenarındaki ağaç kökleri gibi onlarla büyümeniz gerekiyordu; boşlukların içinden çıkıp şekillenmeliydiniz." (Sayfa: 117) 

"Hiçbir şey, sonsuza kadar bilinmeyecek olmak kadar acı veremezdi." (Sayfa: 173) 

Çizdiğim birçok yer var ama sadece en etkileyici olanları buraya yazdım, yoksa bu alıntı kısmı uzayıp giderdi. 

Alıntılar bir yana, kitapta üç tane karakterin POV'u yani o karakterlerin ağzından anlatılmış bölümleri vardı: Rachel, Megan ve Anna. Zaten bu üçü haricinde kitapta çok fazla karakter bulunduğu söylenemez, bundan bir önce okuduğum kitaptan oldukça farklıydı ve isimleri hafızamda tutmayı başarabildiğim için kendi kendimi kutladım!! 

İçlerinden en çok bölümü olan Rachel, ev arkadaşı işten atıldığını çakmasın diye her gün sabah 8'deki Londra trenine üşenmeden binen bir karakter. Bu şahıs, trenleri sevdiği gibi her gün Jess ve Jason adını taktığı çiftin evinin önünden geçiyor, tren durduğunda ise onları izliyor. Bu, evi sapık gibi gözetlerken bir gün Jess'in Jason'a hiç benzemeyen bir adamla öpüştüğünü görüyor, ertesi günse Jess'in ortadan kaybolduğu haberi etrafa yayılıyor. Jess ismini verdiği kişinin Megan, Jason'ın ise Scott Hipwell olduğunu öğrendiği gibi Megan'ın kaybolduğu gece kendisinin de olaya dahil olabileceğini düşünüyor. 

Kısaca konuyu özetlersek böyle. Açıkçası ilgi çekici bir gizem/gerilim romanı olduğunu söylesem de içindeki klişelerden, karakter azlığının ne gibi sorunlara yol açtığını söyleyeceğim. 


Neredeyse kitaptaki her bir karaktere ayrı ayrı gıcık oldum, kendimi yerden yere atmak istedim desem tam yeri olur. Ciddiyim, zaten az olan karakterler sürekli aynı şeyleri yapıyor, yapıyor ve daha çok yapıyor. 

Rachel'ın içip içip eski kocasına mesaj atıp durmasından, "kendimden nefret ediyorum" havalarından, durmaksızın bilinç kaybı yaşamasından kısa süre sonra bıktım. Yeter kadın diyorum, atma şu mesajları. Yazma e-posta, unut şu eski kocanı, arama, YETER... Ama olmuyor. Rachel denen depresyonik karakter kocasına saplanmış, sürekli eski kocasının yeni karısından (kısacası Anna'dan) şikayet edip kendi durumuna yakınıyor. Haliyle Rachel'ın parası, zihni, davranışları daha çok derinlere batmaya başlıyor; kendi sonunu kendi yazıyor. Halbuki bıraksa şu içkiyi, durdurabilse kendini bunlar olmayacak!

Üstelik her karakter birbirinden o kadar ayrı dengesiz ki "Sağınız solunuz belli olsun be, ayıp yahu!" diye isyan ettiğimi hatırlıyorum. Tom (Rachel'ın eski kocası) okuduğum en şerefsiz karakter. Bir gün iyi, bir gün kötü; bir gün tatlı, bir gün çirkef. Bu böyle gidiyor ve Rachel'ın akıllanıp uslanacağını sansam dahi son zamana kadar kitap şu döngü içinde okuyucuyu bunaltıyor: Yine içmiştim, yine ona mesaj atmıştım/aramıştım, çok pişmandım, kendimden nefret ediyordum. Keşke atmasaydım, keşke şöyle böyle olmasaydım... Keşke... Ve biraz daha "keşke"ler araya giriyor, Rachel'ın hafızası insana oyunlar oynuyor. 

Sayfa 167 civarlarında Rachel'ın düzeldiğini sansam da öyle olmadığı ilerleyen bölümlerde anlaşılıyor ve size önerim: FAZLA UMUTLANMAYIN.

Ayrıca Rachel'ın kimseye hayır diyememe gibi bir özelliği var. Scott bunu sürekli arıyor ve gelmesini söylüyor, Rachel başlarda gitmek istese bile sayfalar geçtikçe gitmek istemiyor, fakat yine de hayır diyemiyor. Bu da beni zıvanadan çıkarıyor. Çünkü kadın hem kendine hem de Scott'a zarar veriyor ama yazar bir türlü buna dur diyemediği gibi Rachel'ı güçsüz bir karaktere dönüştürmüş kanımca. 

Rachel kendini ezdirip yerin dibine sokuyor, Anna ise bunu fırsat bilip "Ben havalı, dayanılmaz, çekici biriyim," havalarında geziniyor. Affedersiniz ama Anna'nın o g.tünü alıp parçalamak istedim, o kadar çok sinir oldum ki Rachel'ın yerinde olsaydım, Anna ve Tom'un saçma sapan çocuğunu çalmak yerine Anna'yı gebertir, huzura kavuşurdum. 

Neyse, sakinliğimi koruyarak devam ediyorum. 

Kitapta belirli favori bir karakterim olamadı çünkü kime bağlanmaya çalıştıysam yarı yolda kaldım. Anna ve Rachel'ı baştan sevmiyordum zaten ama Megan'da beni hayal kırıklığına uğrattı. 

Megan, daha 15 yaşındayken erkek kardeşi Ben'i kaybetmiş ve başından sayısız tane kötü olay geçmiş biri. Başlarda Megan'ın düşüncelerini seviyordum; mutlu olunabilecek şeylere sahip olabilmesine rağmen içinde bir boşluk büyüyor, geceleri uyuyamıyordu. Bu halleri daha iyi, daha okunabilirdi. Psikologu ile yatmaya başlamasaydı, Anna'da olduğu gibi "Ben dayanılmaz biriyim" havalarına girmeseydi her şey onun için daha basit olabilirdi. En azından ölmezdi. 

Bilemiyorum ama kitaptaki herkesten ayrı ayrı nefret ettiğimi söylesem yeridir. Hepsi ayrı cins, hepsi bir ayrı kafa. Olması gereken bu belki ama bir karakter dahi düzgün düşünemez yahu? Neden yani? Niye hepsi bir salaklık peşinde? 

Anlayacağınız üzere kitabın sonunu da beğenmedim. Bence çok Hollywood vari bitti. Kötü adam ölür, geriye kalanlar iyi ya da kötü, bir şekilde yaşar. Katilin kim olduğunu 127. sayfada tahmin etmiştim ve o çıkmasına da hiç şaşırmadım. Sadece Megan ile olan ilişkisine şaşırdım çünkü yazar bu konuda çok bir şeyden bahsetmediği gibi Megan'ın kaybolduğu geceyi Rachel'ın hafızasında kapalı kapılar ardında tutuyordu. 

Sonda beğendiğim bir yer varsa o da, Anna'ya olanlar. Anna kendini Rachel'dan üstün görürken bir anda kendini onun gibi buluyor. Tabii bu durum karşısında "KAPAK OLSUUUN" diye bağırmaktan geri duramadım. ( Her şeye rağmen Anna ve Rachel'ın arasının düzeldiğine emin değilim.)  

Son olarak kızıl saçlı adamla Rachel arasında bir şeylerin geçmesini isterdim. Yani hem daha umut dolu biter, hem de bir yıldızı daha hak ederdi. 





2 :|

22 Mart 2015 Pazar

Ayaşlı ile Kiracıları | Kitap Yorumu #1


Kitabın Adı: Ayaşlı ile Kiracıları
Yazarın Adı: Memduh Şevket Esendal
Yayınevi: Bilgi Yayınevi
Sayfa Sayısı: 253
Tanıtım: Memduh Şevket Esendal'ın Bütün Eserleri dizisinin ilk kitabı olan 'Ayaşlı ile Kiracıları', yazarın en önemli yapıtlarından biridir. 1946'da CHP Roman Ödülü'nü de alan yapıtta, Memduh Şevket Esendal cumhuriyetin ilk yıllarındaki Ankara'dan bir kesit sunar. Eğitimleri, uğraşları, dünya görüşleri farklı insanların ilişkilerini büyük bir ustalıkla sergiler. Romandaki kişilerde, dönemin bütün özelliklerini yansıtmaktadır. Memduh Şevket Esendal, bireysel öğelerden bir bütüne ulaşmanın en güzel örneğini vermektedir...




Edebiyat hocamızın zoraki okuttuğu "Ayaşlı ile Kiracıları" bir türlü ısınamadığım, 50. sayfaya geldiğim halde karakterlerin çokluğu yüzünden hiçbir şey hatırlayamayıp başa dönerek yeniden başladığım bir kitap olarak tarihe geçti. Gerçekten daha okuyalı 3 gün bile olmamıştı ama balık hafızamla işbirliği yapan karakter çokluğu sağ olsun, "Bu kimdi lan?" diye kalakaldım kitapta. 

Üstelik bu kitap, edebiyat sınavında da 10 puanlık bir soru olarak karşımıza çıkacaktı ve ne yapacağını bilmeyen panik içindeki Elçin modeli -ki bu halimi kimse görmek istemez- hunharca kağıda karakterin isimlerini not almaya başladı:


  • × Halide: Konağın hizmetçi kızı
  • × "Baba" yani Ayaşlı İbrahim Efendi: Konağın sahibi
  • × Şoför Fuat: Faika'nın kocası.
  • × Faika Hanım: Ayaşlı'nın başka kadından olan çocuğu
  • × Numan: Baba'nın köydeki karısından oğlu:
  • × Şefik Bey: Bilmem kaç numarada kalan konsolos, tercümanlık yapan
  • × Hasan Bey: 5 numarada oturan hemşeri. Karaçimenli. 
  • × Dr. Fahri: Ana karakterin arkadaşı
  • × Turhan Mukimüdin (Mukimüddün??): İffet ve Albülkerim'in çocuğu, 8 numara


İşte liste böyle zırt pırt not aldığım kişilerden oluşuyor, hatta o kadar panik yapmış olmalıyım ki hoca sorar diye bütün bir kağıdı isimlerle, kimin kimle ilişkisi olduğunun notlarını alıp hangi numarada kaldıklarına kadar her bir şeyi kağıda yazmış durumdayım. El yazım okunabilir olsa buraya da koyardım fakat kağıdı öyle bir mıncırmışım ki parmak izlerimi görebiliyorum ve kağıt üzerine bir tükürülmüş gibi duruyor. Tamam, iğrençleşmiyorum. 

Ayrıca kitaptaki karakter çoğunluğu bir yana, yazarın anlatım tarzı hoşuma gitmedi ve birçok şeyi kendi kafamda doldurmak zorunda kaldım. Mesela 7 numarada oturan Turan denen kumarbaz ve yerinde duramayan, sürekli kıpır kıpır olan karakter beni fazlasıyla yordu, çünkü muhtemelen ana karakter ile yattıkları halde bunu yazar kitaba "Sonra gitti, kapıyı kilitledi. Fahri istediğini desin! Turan güzel kadındır." diye yazmış. Şimdi benim buradan ne anlamam gerek? Yattıklarını? Turan'ın kocasını aldattığını? Ana karakterin kadının ahlaksız olduğunu söylemesine rağmen yine de yattıklarını? 

Bilemiyorum, üstelik kitapta bunun gibi yerler fazlasıyla var. Keşke yazar hayatta olsaydı da şunları bir açıklığa kavuşturma imkanımız bulunsaydı. 

Sayfalar ilerledikçe de karakterin fotosentez yaptığından da şüphelenmeye başladım. Ciddiyim, karakter düşünmüyor, sadece hareket ediyor, birileriyle konuşuyor ve en fazla yan komşum kadar şikayetçi davranıyor ama kafasından çok az edebi düşünce geçiyor. Hani olur ya, güzel duygu ve düşünce betimleyen yazarlar vardır, etkisinden çıkamazsın falan. Ne yazık ki, Ayaşlı ile Kiracıları öyle bir kitap değil. 

Daha çok, nasıl desem... Bir hararet içinde yazılmış olan bir kitap. Olaylar hızlı gelişiyor, karakterler sivrisinekler kadar hızlı konuşuyor, hepsinin anlatacak o kadar fazla şeyi var ki, bir süre sonra insan takip edemiyor bile. En azında benim için durum böyle ve kitabın son kısımları hariç kitap aynı Beşinci Boyut dizisi gibi ilerliyor, ortada eksik olan tek kişi iyi yola girmelerini tavsiye eden Salih Amel.

Kitap hakkındaki bütün olumsuz düşüncelerime rağmen bu kitap MEB'in 100 Temel Eser'ine girmiş durumda ve bunun tek bir açıklaması olabilir, o da kitabın cumhuriyet döneminin başlarında geçmesi ve o dönemdeki toplum yapısını yansıtması. Zaten edebiyatçı da bu nedenle okumamız için bu kitabı seçti ve sınavda dönemin zihniyeti hakkında sorular sordu (hala kaç puan aldığımı bilmiyorum ama umarım yüksektir :D). 

Kitapta o dönemdeki sorunları ve olayları -ekonomi sıkıntısı veya kadın erkek eşitliği gibi şeyler- görülebiliyor, bazı hadiseler ise karakterlerin kişiliğini, hayata bakış açısını oluşturmuş durumda ve her ne kadar ben sıkılsam da bazı kişiler bu kitaptan zevk almış, ders çıkarmış olabilir. 

Doğrusu bu kitabı o dönemi anlamak için okuyabilirsiniz fakat eğer daha çok şey umuyorsanız -mesela karakterin iç dünyası, duygu düşünce gibi- hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz.   

1 :(